Beklemek, çoğu zaman bir eylemsizlik hali gibi görünür gözümüze. Belki de kimilerine göre tembellik. Fakat yoğun bir içsel süreç yaşanır her beklemede. Dışarıdan bakıldığında hareketsiz, sessiz ve sabırlı gibi bile görünebiliriz. Oysa kafamızda binlerce senaryo oynayıp duruyordur muhtemelen.
Aslında kimseyi ya da hiçbir şeyi beklemeyiz tam olarak. Beklediğimiz şey, çoğu zaman yaşamın bize bir şey borçlu olduğunu ispatlamasıdır. Öyle ki kendinden menkul değerimiz, belki spiritüel olarak ilişkilendiğimiz yaratma gücümüz bu bekleme sürecini bir hazırlık süreci olarak yaşamamızı sağlar. Biricik olmamızın verdiği hazla yaşamın tam merkezinde konumlanırız. Bir main karakterin yaşamını süsleyen npc’ler olduğumuz fikri o kadar katlanılmazdır ki bunu aklımıza bile getirmeyiz. Hak ettiğimizin ne olduğuna inanıyorsak oturur ve onu beklemeye başlarız. Beklerken de haliyle düşünürüz. Ve düşünüyorsak mutlaka bir şeyler olmak zorundadır.
Asla tam anlamıyla bir bekleme sürecine dahil olamayız. Kimi zaman umutla, kimi zaman kaygıyla ama her zaman mutlaka bir duygunun güdümünde düşünsel bir süreç işleterek sürdürürüz bu bekleme halini. Oysa beklemek belki de göründüğü gibi tam bir eylemsizlik hali içerisinde var olmalıydı. Beklemek ve ummak arasında çok da derin olmayan bu ayrımı yapmadıkça evrenin bize borçlu olduğu hissinden hiçbir bekleme sırasında sıyrılamayacağız.
Gerçekten de hayat bize borçlu mu peki? Sanırım bu alacak olarak ne beklediğimize göre değişir. Hayat renklerini o kadar kaybetti ki bir çoklarımız artık bu hayatı renklendirmenin yolunu önce yeşili bulmaktan yani paradan geçtiğini düşünüyor. Dolayısıyla beklemek ve alacaklı olmak dediğimizde sıklıkla aklımıza maddi bir kaynak geliyor. Eğer alacak olarak bunu bekliyorsak bu tam anlamıyla asla olmayabilir. Muhtemelen insanların yüzde doksanından daha fazlası bir gün zengin olma hayaliyle ölüyordur. Para değilse sağlık, sağlık değilse ilişki, aç gözümüzü doyuracak bir şeyler ya da…
Hepimiz bekliyoruz. Ama aslında tam olarak beklediğimizi söyleyemiyoruz. Bu açıdan bağlı olduğu öğretinin şükür temelli pratiklerini yerine getiren insanların, beklemeye en yakın forma ulaştığını düşünüyorum. İnanç ve şükür, birbirini tekrar tekrar yaratan ve zihinde kapladığı alan ya da kurduğu otobanvari nöron yollarıyla kendisinden başka bir düşünceye çok da zemin vermeyen bu iki kavram, spesifik bir oluşu ya da maddeyi beklemek yerine bir bilinmezliğin kişiyi bulacağını işaret ettiği için kaderini sevenler tarafından kaderlerin daha kolayca beklenebileceğini anlatıyor bize. Hayatının başarısını uman ve bekleyen sıradan insan yerine, başına geleceklerin hayır ya da şer olmasının hiçbir öneminin olmadığı bir teslimiyetle bekleyen sıradan insanın tutumu beklemeye en yakın şey olarak tanımlanabilir. Çünkü burada bahsettiğimiz bankada sıranın bize gelmesini beklemek değil.
Olması gerekenleri tayin edebileceğini iddia etmek evrenin temelindeki kaosa karşı büyük bir başkaldırı. Bir bilinmezliğe salıp kayığımızı salınmak ve bir daha asla karaya çıkamayacağımızı bile bile bu yolculuğa çıkmak dışında bir alternatifimiz varmış gibi hareket etmek anlamsız. Kaderden bahsederken tanrısal bir plandan bahsetmiyorum. Olasılıklar evreninde bizim payımıza düşen patikadan bahsediyorum sadece. Belki de levhi mahfuz’a bizim adımızı yazmayı unutmuştur memur.
Aslında hiçbir şeyi beklemiyoruz. Bu irademize atanan bir şey değil. Oldukça açık şekilde görünüyor ki hepimiz kaderimizi bekliyoruz. Taze ölüyü bekleyen bir mezar gibi. Beklediğini bile bilmeden.
Olacak olanlar bir şekilde olacak. Ya da çoktan olup bitmiştir.