İnsanlık tarihinin en büyük eşiklerinden birinin önünde duruyoruz. Çalışmanın, yani insanın yüzyıllardır yaşamını ve kimliğini tanımlayan en temel etkinliğin, yavaş yavaş ortadan kalkabileceği bir dönem kapıda. Bu değişimi hızlandıran şeyse yalnızca yapay zeka değil. Kuantum bilgisayarlar, otonom robotlar ve birbirine eklemlenen teknolojiler, üretimin ve hizmetlerin büyük bölümünü insana gerek duymadan yapabilecek duruma gelmek üzere. Çalışmadan yaşayabilme ihtimali, eğer aileden varsıl, şanslı, küçük ve tatlı bir piç değilseniz kulağa biraz ütopya gibi geliyor. Fakat ütopyaların içinde her zaman distopik serpintiler ve kırıntılar olduğunu da biliyoruz.
Evrensel temel gelir (UBI) fikrine aşinasınızdır. Çalışmanın ortadan kalktığı, milyonlarca insanın işsiz kaldığı bir dünyada, devletlerin veya şirketlerin sağladığı bir gelirle insanların yaşamlarını sürdürmesi fikri. Ne güzel değil mi? Fakat bu fikir kulağa evrensel gibi gelse de ilk etapta hiç de evrensel olma gibi bir iddiası yok. Çünkü yalnızca bazı ülkeler bu sistemi uygulayabilecek ekonomik güce sahip olacaklar ve yine bazı ülkeler bu politik istikrarı inşa edebilmiş durumdalar.
İşte tam burada üzerine konuşmamız gereken kavram refah vatandaşlığı. Gelecekte, vatandaşlık yalnızca bir hukuki kimlik değil, aynı zamanda çalışmadan yaşayabilmenin en büyük garantisi olacak gibi duruyor. Yukarıda bahsi geçtiği gibi ekonomik güce ve politik istikrara sahip Norveç, Danimarka, Japonya, Almanya ya da Amerika gibi ülkelerde doğmak ya da bu ülkelerin vatandaşlığına sahip olmak, tarihte daha önce eşi görülmemiş bir ayrıcalığa dönüşebilir. Vatandaşlık, bir pasaporttan daha fazlası haline gelerek teknolojik devrimin getirdiği artı değerden pay almanın en arzulanan yolu olabilir.
Fakat buradaki sorun şu, bu ayrıcalık asla herkese açık olamayacak. En azından uzun bir geçiş süreci boyunca… Bugün ekonomik göç nasıl durdurulamıyorsa, yarın çok daha büyük ve dramatik bir göç dalgası evrensel olamayan temel gelir yüzünden yaşanabilir. İnsanlar yalnızca daha iyi iş olanakları için değil, hiç çalışmadan yaşama ihtimali için de göç etmek isteyecekleri ekstra bir motivasyona sahip olabilirler. Göç için tarihteki en güçlü itici güç olabilir bu. Çünkü kim çalışmadan yaşayabileceği bir sistemin dışında kalmak ister ki? Tek seçeneğin çalışmak zorunda kalmak olmadığında insanın üretkenliğine ne olacağı sorusu bana kalırsa, bu varoluşsal düzlemi aştıktan çok daha sonra geliyor. Ki yine o da başka bir varoluşsal krize, anlam krizine doğru sürüklüyor bizi.
Fakat yine de, refahı sürdürebilecek ülkelerin kapılarını biz garibanlara sonuna kadar açmayacaklarını idrak etmek gerekiyor. Çünkü kaynakları ve yıllarca doğru politikaları izleyerek ortaya koydukları birikimleri kendi vatandaşlarını korumaya yetmek zorunda. Bu senaryoda içeridekiler çalışmadan yaşama hakkına kavuşurken, dışarıdakiler o hakkın dışında kalmalı. Bu da yepyeni bir sınıf ayrımını doğurmaya aday: refah vatandaşları ve refah yoksunları.
Elbette böyle bir uygulama hayata geçtiğinde, gelişmemiş ülkelerde bu durumun sonuçları çok daha ağır olacak. İşsizlik, gelir eşitsizliği, toplumsal huzursuzluk ve iç savaş ihtimalleri artacak. Dünyanın temel gelir tartıştığı zamanlarda halen hamasetle yol yürüyen yönetimlerin kaygılanma zamanı geliyor. Bu ülkeler ya çok sancılı geçiş dönemlerinden sonra kalkınma hamleleri yapacak ya da büyük teknoloji şirketlerinin müdahalesine açık hale gelecek. Belki de Tesla, Google ya da başka devler bu ülkelerde altyapı kurmakla kalmayacak ve doğrudan ülkelerin kaderini belirleyecek. O günler geldiğinde “bir ülkeyi satın almak” artık mecaz değil, gerçek bir ihtimal haline gelebilir. Ancak yıkımı ve refah neyse tam tersini dibine kadar deneyimledikten sonra böylesi bir satın almayı kurtuluş olarak görebiliriz de. Dibi gördükten sonrası daha kolay.
Tarih boyunca sınıf ayrımları zengin fakir, özgür köle, işçi patron gibi kavramlar üzerinden kuruldu. Teknolojik devrim bu ayrımları yıkmak yerine yeni bir ayrım getirme potansiyeli taşıyor. Vatandaş olanlar ve olmayanlar... Bir ülkenin nüfus cüzdanı, pasaportu, kimliği refah vatandaşlığı perspektifinden bakınca en büyük servet haline gelebilir. Ki şu an bile pek çoğumuz için durum böyle. Pasaportu saygın olmayan ülkelerin vatandaşları vize kuyruklarında harcadıkları efor ve paraya rağmen çok yüksek ret oranlarıyla karşılaşmıyorlar mı?
O zaman biz, bizi ilgilendiren o kritik soruyu soralım: O gün geldiğinde hangi tarafta olacağız? Refah vatandaşlığına sahip ülkelerde mi, yoksa onun dışında mı? Bu yalnızca politik bir tercih değil, kişisel bir strateji meselesi aynı zamanda. Servet biriktirmek, doğru ülkede yaşamak, doğru vatandaşlığı elde etmek, belki de geleceğin en kritik yatırımı. Çünkü kesin olarak, çalışmadan yaşamanın ayrıcalığı herkese eşit dağılmayacak ve galiba refah vatandaşlığı teknolojik devrimin en büyük piyangosu olacak. Ama her piyangoda olduğu gibi az sayıda kazanan ve astronomik sayıda kaybedenle.
Diğer ve muhteşem senaryo ise ülkemizi politik ve siyasi açmazlardan kurtarıp, tarihin en kritik kırılma noktalarından birinde doğru pozisyonlanmasını sağlamak ve evrensel temel gelire hazır olmak.
Korkutucu olansa, bu konunun da yine ve tabii ki özgürlüklerimizle ilgili olması. Gelecekte özgürlüğü doğru vatandaşlığa sahip olmakla tanımlayacak bir anlayış gelişmesi çok olası. Ve bu da insanlık için yepyeni bir ayrım daha yaratacak. Ayrıla ayrıla kaybedeceğiz.