Based on a true story.
Daha önce hiç yerli malı haftasını kutladınız mı? Küçük bir çocuk olarak üzerinizdeki baskının hakkını verecek şekilde mağdur edildiniz ve statükocu tavrınızı, üzerine kusulmuş bir gömlek gibi kaldırıp kenara attınız mı? Ben attım. Bu benim hikayem.
Doksan beş yılında ilkokula başladığımda, ailemin benden önce dünyaya getirdiği diğer iki kardeşimden kazanmış oldukları refleksleri daha da geliştirerek, hem insanlık yararına kullanacaklarına hem beni daha mantıklı bir çocuk olarak yetiştireceklerine dair sarsılmaz bir inancım vardı. Daha önce iki farklı cinsiyetten iki farklı çocuk yetiştirmiş ebeveynlerden daha azını beklemenin haksızlık olacağını düşünüyordum. Üstelik bahsini ettiğim insanlar Tunceliliydi ve Güney Amerika’da bile çok iyi bilindiği üzere Tuncelililerin – arzulayanlar Dersim olarak da okuyabilir – yalnızca Türkiye’nin değil dünyanın en aydın insanları olduğuna yıllardır şüphe yoktu. Ancak ne olduysa doksan beş yılının yerli malı haftasında işler benim için hiç de yolunda gitmemişti.
Henüz sekiz yaşında ilkokula başlamış biri olarak ( biricik annemle pazara gittiğim için okula bir sene geç yazıldığımı başka zaman anlatırım ) hayatın, evin içerisindeki gibi güllük gülistanlık olmadığı gerçeğiyle yüzleşmem çok acı oldu. Doksan beş yılının yerli malı haftası kapsamında öğretmenlerin velilerden çeşitli hazırlık yapmalarını ve yerli malı haftasının önemini anlattıkları yoğun bir dönem geliyordu. Bu dönem hiçbir şey olamamış insanların, yani aslında kendisi bile olamamış demek istiyorum, çocuklarının öğretmenlerine şirin gözükmek için çırpınanların dönemiydi daha sonra anlayacaktım. Fakat o zamanda bunu sezinleyebildiğimi kesin olarak biliyorum. Çünkü o yaşlarda bile insanların içinde barındırdığı o aşağılık duyguyu, o yalakalıkla edineceğine inandığı faydanın kokusunu çok iyi alabildiğimi söylemeliyim. Büyük kadınların dünyasındaki türlü yalakalıkların sergilendiği yerli malı haftası boyunca yabancı pek çok ürünle dünya kadar ev işi üretim yapılacak ve bunlar obur ve vasıfsız pek çok öğretmen yani herhangi bir pedagojik eğitim almadıkları her halinden belli olan bu empatiden yoksun insanlar tarafından tüketilecekti. Öğretmenler lütfen alınmasın bu sözlerimden, bizim çocukluğumuzda çok kaliteli öğretmenlere denk gelmediğimizi söylediğim için kendilerinden özür dilemeyeceğim. Kendisiyle veya iyi bir öğretmen tanıdığıyla ilgili hassasiyeti olanlar kendi içlerinde bu durumu çözsün ve alınganlık göstermesinler.
Her şeyin öğretmenler odasındaki boğazları doyurmak için kurgulandığı bu meşhur günde tabii ki öğretmenin bizlerden de arzuları vardı. Her öğrenci maddi durumuna, aile içerisindeki şartlarına bakılmaksızın yerli malı haftasında annesine bir şeyler yaptırmak zorundaydı. Annesi okula gelmeyen küçük çocuklara ise ulak vazifesi verilmişti. Ki benim annem gerekmedikçe okula gelmezdi, kalabalık organizasyonlara ise hatırladığım kadarıyla hiç. Çünkü diğer iki çocuğunda epeyce okula gelmişti ve makul bir kadındı. Yıllar sonra bu konuyu sitemle açtığımda “Okula sürekli gelip diğer annelerin önünde övülmeyi ve sonrasında katkı payını verip eve gelmeyi sevmiyordum.” demişti. Maalesef hak vermek zorunda kalmıştım. Okul birincisiydim ve biz Tuncelili bir aileydik. Annem diğer çocukların annelerini böylesi zor durumlarda, çocuklarının aptallıklarından ya da başarısızlıklarından sorumlu tutulurken görmek istemiyor olabilirdi. Durumumuz iyiydi. Annem de diğer tüm onurlu durumu iyiler gibi, insanların durumu iyilere daha iyi davrandığını görmüş olmalı ve belki de bundan rahatsızlık duymuştu. Belki de tersi, şu an için bunu bilemem. Ama etraflıca düşününce tavrının öğretmenlerin iğrenç tavrına bir tepki olduğunu görebiliyorum. Çünkü toplantılarda veliler hoyratça eleştiriliyor, az eğitim görmüş vatandaşlarımız çaktırmadan hor görülüyordu söylediğine göre. Bu duyguların hepsini şu an anlayışla karşılıyorum ama çocukken bu tarz şeyleri çok umursamazsınız. O an hissettikleriniz önemlidir. Ve benim bu anlarda hissettiğim şey yalnızlıktı.
Okulda herkesin annesine görevler verilmiş, okula gelmeyen anneler içinse ulaklar hazır edilmişti. Sınıftan çıkmadan önce öğretmenin şu sözlerini hatırlıyorum: “Herkes mutlaka bir şeyler hazırlamış olacak. En iyi sınıf olmazsak…” Eve dönerken yol boyunca aklımda annemin ne yarın için ne yapacağı vardı. Sınıf içerisinde öylesi bir saygınlık peşinde koştuğum için değil yanlış anlaşılmasın. Derdim neyi nasıl taşıyacağım, hangi ürünü nasıl dağıtacağım ve benzeri şeylerdi. Ve nihayet eve geldiğimde anneme hızlıca konuyu açtım.
Anne dedim ona anne. Öğretmen dedi ki. Yarın yerli malı haftası. Herkes bir şeyler yapacakmış. Sen de bir şeyler yapacakmışsın.
Annem yılların tecrübesi ile zaten konuyu biliyordu elbette. Beni hızlıca cevaplamaktan geri kalmadı. Bir şey yapmama gerek yok. Okula giderken meyve al bir kaç kilo ve hatta en iyisi sen mandalina al. Şimdi herkes pasta börek yapar ama kimsenin aklına meyve getirmek gelmez. Sen meyve götür. dedi.
Bu dahi kadına saygı duymamak mümkün müydü allahım… Bu nasıl bir üst aklın sözleriydi böyle. Yerli malı haftasında gerçekten de yerli malını, ülkemizin en güzel topraklarında yetişen mandalinalarını değerli kılan sadece benim annemin düşünceleri miydi yoksa? Böyle düşünmedim açıkçası. Benim bu anlarda hissettiğim şey hayal kırıklığıydı.
Henüz iktidarla çatışan, muhalif bir insan olmamıştım. Ama çok az kalmıştı. Hayatının geri kalanında kendisini sabote etmek pahasına da olsa isyan etmekten geri kalmayan bir ahmak olmak için günlerim sayılıydı. Hatta bir gün vardı. Ertesi gün okula yakın manavdan üç kilo mandalina almış ve elimde kokusu şimdi bile burnuma gelen kalın kauçuk poşetin ve içerisindeki üç kilo mandalinanın kokusuyla birlikte sınıftan içeriye girip yerime oturmuştum. Etrafımda pek çok anne, öğretmene yalakalık yapmak adına cansiperane bir çabaya girişmişler ve güçlü sesleri ile sınıf annesi olmayı en çok kendilerinin hak ettiklerini söylüyorlardı adeta. Gözüme cüceler ülkesindeki devler gibi görünmüşlerdi ve her an masum, şeytan, aptal, zeki pek çok cüceyi ezebilme potansiyeliyle hareket ediyorlardı. Shingeki no Kyojin’in devleri gibi her birinin sanki başka anormal olduğunu seziyordum. Tüm bu koşuşturma içerisinde sıranın bana gelmesini ve elimdekileri diğer arkadaşlarımla paylaşmayı bekliyordum. Paylaşmayı seven bir çocuktum ama ilginç bir şekilde kökeninin nereden geldiğini bilemediğim bir inançla otoriteye de fevkalade bağlıydım. Benim için öğretmen çok güçlü bir otorite figürüydü ve ne söylediğinin çok önemi vardı. Bir sözüyle beni şu satırları yazan ben haline getirebilirdi.
Ortalık yatışmaya başladığı anda, ki bu anormal devlerin artık yasal sınırlarına çekilmesi ve öğrencilerin önüne yemeklerin tıkıştırılmış olduğu zaman demekti, kendi sıramın geldiğini düşünmeye başlamıştım. Tam ayağa kalkmak üzereydim ki tüm bu yerli malı haftasının anlam ve önemine uygun olarak öğretmen bir cümle söyleyip öğretmenler odasına şov yapmaya gitmişti. Söyledikleri benim kabusumdu. Aynen şöyle söylemişti. Asla unutamıyorum. “Herkes önündekini bitirecek.” ve sonra gitti. Çekti ve gitti.
Nasıl yani? Ne demek oluyordu tüm bunlar. Daha ben elimdeki mandalinaları arkadaşlarıma dağıtmamıştım. Hepsi benim önümde duruyordu. Bu delilik. Başka hiçbir açıklaması yok. Gidip sorsam öğretmenim bakın bir yanlışlık olmasın, önünüzdekilerin hepsi demiş olamazsınız desem bir faydası olur muydu? Asla bilemeyeceğim. Çünkü yerli malı benim için şimdi başlıyordu. İçimdeki müthiş korku ve ürperti ile yerimden kalkmadan yavaşça ilk mandalinayı soymaya başladım. Karnım aç değildi. Annemin beni okula aç gönderdiği görülmüş şey değildir. Ama önümde üç kilo mandalina vardı artık. İkinci mandalinayı soymaya başladım. Gözünüzde büyüyen şeyler olur mu hiç… Benim gözümde en çok büyüyen şey üç kilo mandalinaydı. Şu an kendinize şunu sorun. Gözünüzde üç kilo mandalina nasıl büyüyebilir? Üçüncü mandalinayı soyuyordum. Artık geri dönüşü olmayan bir yoldaydım bunu biliyordum. Beni böylesine soft bir otoritenin bile baskısı altına alan şey neydi acaba. Yoksa Tuncelililik miydi. Okunuşu biraz zor farkındayım. Yoksa TC ile atalarımın tam anlamıyla görülmemiş hesabı benim jenerasyonumda statükocu ve isyan etmeyen sekiz yaşında çocukların mı ortaya çıkmasını sağlamıştı. Yazıklar olsun. Dördüncü mandalinayı soyuyordum. Anne neredesin? Beni bu devasa canavarların arasına nasıl yollarsın. On beşinci mandalinayı soyuyordum. Artık baskı kaldıramayacak hale gelmiştim ve ne yaptım tahmin edin. Ağladım. Hem de siniri gözünden fışkırırken ağlayan ama cesaretine ve inancına bok sürdürmemek için her ne yapıyorsa onu yapmaya devam eden bir surat ifadesiyle. Suratımda tüm otokratların suratına indirilmek üzere hazır bir yumruk gibi ifadelerle dolu, ağlayan ve mimiklerini kontrol etmek için lüzumundan fazla uğraşan bir çocuktum. Yaklaşık bir buçuk kilo mandalina yedim. Hem ağladım hem yedim. Hem yedim hem ağladım. Arkadaşım bana Önder dedi. Önder neden sadece mandalina yiyorsun. Ona dedim ki öğretmeni duydun. Önümüzdekiler bitecek. Sen de çok konuşma da önündekini bitir. İşte biz böyle bir inancın evlatlarıyız hey gidi hey.
Ben ağlarken öğretmen geldi ve halimi gördü. Bana sarılarak durumu sordu. Ben de anlattım. Sonra güldü. Sonra diğer veliler de sarıldı. Onlar da güldü. Sonra ben de güldüm. Eve geldim. Hikayemi anlattım. Onlar da güldü. Sonra ben gülmedim. Benim bu anlarda hissettiğim şey mallıktı.
Yıllar sonra bu hikayenin içerisinden çok fazla hikaye çıkardım. Yerli malı haftası bu ülkenin kanayan yarasıydı. Yerli malı üzerinden güncel siyasi söylemlere girmeyeceğim. Aklı bu gibi bağlantılar kurmakta usta zihinler yerli ve milli söylemlerinin arkasındaki hikayelerle benim yerli malı hikayemde paralellikler bulacaktır. Belki de bu yüzden ekonometri okudum, belki de bu yüzden ekonomi okudum. Sadece şunu duymak için: laissez faire, laissez passer.
Yerli malı bendim. Ve bu hafta benim haftamdı. Bundan sonra bu gibi emirlerin ya da emir kipiyle söylenen cümlelerin nazarımda geçerli olamayacağını gösterdi. Doksan beş yılının yerli malı haftası bana çok şey öğretti.